28 Ocak 2021 Perşembe

Kurumsal Davranışlar-Etik Davranışlar ve Pusu Kültürü Üzerine

 Değerli meslektaşlarım,

günlerdir sosyal medya mecralarında rehberlik mesleğinin tarihçesi üzerine  paylaşımlar yapıldı. Anlatılmak istenen rehberlik mesleğinin; kendi meslek yasası 2012 tarihli olsa da konu hakkındaki düzenlemenin çok daha eski olduğunu vurgulamaktı.

Mesleğimizin çok eski düzenlemelerde yer almasının dile getirilmesindeki gereklilik ise seyahat acentelerinin bir platformunda yayınlanan " Acente yoksa Rehber de Yoktur" başlıklı yazı oluşturdu. 

Belli ki meslektaşlar arasında oluşan infialeden sonra rehber camiasının acente camiasına "siz yokken biz vardık" tezini dile getirilmesi gerekli görülmüş. Şimdi ise aynı acente platformunda rehber kökenli bir acenteci arkadaş yine aynı mevzuyu (Türkçe Rehberlik Meselesi) doğrulamak amacıyla yine bir yazı yazmış ve sanırım bu yazışmalar böyle sürüp gidecek.

Kişisel olarak "buaralar eskiden hep bostandı" veya "biz sizden eskiyiz" veya "biz daha iyiz/kötüyüz" vs gibi tartışmaların kimseye bir faydası yoktur.

Benim gözlemlediğim farklı bir nokta var;

aynı acenteler platformu pandemi başında turizm bakanlığına acentelerin sorunları başlıklı bir dilekçede birçok başlık yanında bir de "Türkçe Rehberlik" talebini de dile getirmişti. Sadece orada değil Acentelerin gerek platformları gerekse de birliği her fırsatta "Türkçe Rehberlik " talebinde bulunuyor. Aynı konunun "Yeni Türsab Yasasında" (sanırım kadük oldu) yer aldığını çok kez işittim, yine "Turizm Çatı Yasasında" da aynı talep yineleniyor ve bunun dışında ikili görüşmelerde aynı talep onlarca kez ve sürekli olarak rehberlik meslek kuruluşlarından başka tüm mecralarda (özellikle bakanlık koridorlarında) dile getiriliyor.

Arkadaşlar;

biz yasası ve kurumları bulunan kendi mevcudu 11-12000 dolaylarında eş ve çocukları ile en az 50000 kişilik bir topluluğuz. Seyahat Acenteleri Birliğinin yasal meşru seçilmiş organ temsilcileri her uygar ülkede olduğu gibi (böyle bir meşru talep varsa eğer) bunu dile getirmekten, rehber meslek kuruluşları ile istişare ve görüşme yeteneğine sahip değil mi de; sosyal medya platformlarını aracı olarak kullanıyor? Bahsettikleri bizim meslek alanımız. Yani ekmeğimizi, aşımızı kazandığımız, çocuklarımızı okuttuğumuz, ailelerimizi geçindirdiğimiz mesleğimizin uygulama alanı. Bu alanı doğrudan etkileyecek bir yasal değişikliği bizi muhattap almadan, danışmadan aracılarla dillendirilmesini etik bulmuyorum.

Kendi konumsal durumlarını ve sermaye gücünü rehberlere karşı sopa gibi kullanmaya kimin hakkı vardır ? (How dare you? Greta Thunberg) 

Acenteler birliği eğer tek sorunları rehberlik ücretleri ise bunu açıkça söyleyebilmesi gerekir. Gerçekten küçük gruplarda bu ücret yüksek geliyorsa (ki gelebilir) bu konuda istişare ve ortak çözüm iradesi gösterecek rehberli meslek kuruluşları ile görüşme niyet ve iradesine sahip değil mi?  Rehberlik camiasının meşru seçilmiş yöneticileriyle uygar insanlar gibi görüşmek neden bir opsiyon sayılmıyor da rehber camiasına sürekli yasal düzlemlerini geçersiz hale getirebilecek bir tehdit mekanizması kullanarak konuyu direkt bakanlığa götürmek istiyor? Artk sürekli; biz işimizi bakanlık kulislerinde hallederiz veya "para bizde eğitim sorulmaz" diyen arkadaşların bizi sürekli bu etik dışı tutumlarıyla tehdit etmesi bıkkınlık getirdi.

Yasal süreçler belli, kanun teklifiniz varsa paylaşınız konuşalım ama "rehber camiasına rağmen" bakanlık koridorunda birebir kulis ile işini kotarmaya çalışmak kurumsal bir davranış değildir. Tabii genelleme yapamayız eminim ki pekçok acenteci arkadaşlarımız da böyle bir duruma düşürülmekten rahatsızdır.

Yasal kurumlarımız varsa birbirlerini görmezden gelme/ yok sayma veya tehdit etme hakkımız yoktur. Tüm kurumlar yetkilerini yasalardan alır ve yasalar sonuçta "millet iradesinin" tezahürüdür. Bunu kabullenmemek hukuku yok saymaktır. Hukuku yok saymak devleti yok saymaktır.

"Türkçe rehberlik " kurumunu hiç tartışmayacağım; ama biliyoruz ki bu sözümona talepleri bu hamle ile sınırlı değil. Hatta anadolu turlarında da rehber zorunluluğu kalksın istiyor arkadaşlar. Her müze kapısında rehberler beklesinler istiyorlar. "Rehberi müze kapısından alalım bakalım işimize" deniliyor.

Bu tutmları değişmeyecekse rehberlik meske kuruluşları yöneticilerimize açık çağrımdır, sizler de Tüm Doğa, Yürüyüş, Trekking Derneklerinin acentesiz tur yapmasını özgürleştirecek yasal düzenleme talebinde bulununuz lütfen. Derneklerin, "Altın gününde buluşan teyzelerin" , okulların da bu özgürlükten mahrum kalmaması gerekir. Havalimanından yolcu alma acentelerin tekelinde olmasın rekabete açık olsun. Bizim meslek yasamızda rehberlerin acentecilik yapması yasak. Bu durumun da değişmesi için talepte bulunalım. Hatta kimseyle görüşmeden; bakanlık koridorlarında kimseyle paylaşılmayan yasa tasarıları ile; bir bir pres ve kulis yaparak... 

Sanırım bu çağrımın etik olmadığını düşünenler olacaktır. Acentelere hepimizin ihtiyacı var. Onların etik dışı veya kurumsallıktan uzak davranışlarını taklit etmemek gerekir. Kafa kafaya verip turizmin pandemi süresince veya sonrasında nasıl toparlanacağını konuşmalıyız. Konuşabilmeliyiz. İki eşit unsur konuşmalı, müzakere etmeli, ortak aklı çalıştırmalı ve meslektaşlarımıza , ülkemize ve topluma faydalı olmalıyız. Birbirimizi düşman görmek çözümlere değil çözümsüzlüğe teslim olmak anlamını taşır. 

Konuşalım, Batıya has "duelloya davet edelim rakibimizi" , Şarka has "pusu kurma" kültüründen vazgeçelim.

Sermaye örgütüyüz, biz güçlüyüz, bakanlığı biz etkileriz vs gibi düşünce sahiplerine tekrardan söylüyorum bu tutumunuza son veriniz. Zira siz böyle devam ederseniz emin olunuz ki kısasa kısas devreye girecektir. Bunun da kimseye faydası olmayacaktır.

Sevgilerimle...





7 Ocak 2021 Perşembe

İyi Yasa/Kötü Yasa İkilemi İnceleme 1

Değerli meslektaşlarım,

Meslek yasamız çıktığı günden bu yana herkes tarafından hem olumlu hem de olumsuz yönleri itibariyle eleştirilmiştir. Eleştirileri uzun uzadıya yazmanın faydası ayrı bir tartışma olsun; aslında yasayı uygulayıcıların; yani meslek kuruluşu yöneticilerinin daha da önemli olduğu görüşündeyim.

Yani seçtiğimiz kişilerin özelliklerinin yasa ve yönetmeliklerden daha önemli olduğunu iddia ediyorum.

Ne demişler “ .. "En iyi yasa kötü uygulayıcı elinde berbat, en kötü yasa iyi uygulayıcı elinde mükemmel olur"

Bu cümle hukuk aleminde bilinir ve bize aslında yasa ve yönetmelik mükemmel dahi olsa uygulayıcının belirleyici olduğunu hatırlatır. Bu sebepten dolayı doğru yöneticileri belirlemek gerekir.

Neden mi…

Ülkemizde “örgüt”-“örgütlenme” sözcüklerinin 12 Eylül faciası sonrasında insanları ne denli bezdirdiğini/ korkuttuğunu biliyoruz. 12 Eylül silindiri tarafından ezilen insanlar ise koruyucu olma adına çocuklarını bunlardan mümkün mertebe uzak tuttu. Politikadan, örgürtlülükten ve ilkelerden kopan gençlerimiz ise giderek ilkeszileşmeye başladı.

 Buna bağlı olarak 12 Eylül sonrası nesiller için hep apolitik benzetmesi yapılmadı mı?

Örgüt sözcüğünden de örgütten de örgütlenmeden de uzak durulmadı mı?

Örgütsüzlük de bu toplumu bugünkü hale getirmedi mi?

Örgütsüz- ilkesiz yığınların bugünkü durumumuzun oluşumuna katkısı olmadı mı?

Bunun yanında bir de şarkın ve ülkemizin; kendi özgül dinamikleri var. 

İnsanlarımızın temel motivasyonu “çıkar”-“fayda”. ( Kollektif fayda yarar değil bireysel fayda ve yarar). Yönetici seçilen arkadaşlarımız da kültürel olarak içine doğdukları kültürel iklimden beslendiler, bu düzenin okullarına gidip; toplumsal havasını soludular.  "Öğrenilen" değerlerimizden beslendiler. 

Modern değerler sayılabilecek; "verimlilik- şeffaflık- hesap verilebilirlik- iletişim- üyelere sürekli bilgi akışı" gibi kriterlerin yerine; “Bal tutan parmağını yalar” gibi kriterleri tercih ettiler. 

Haliyle bu durum tüm mevki- makam sahiplerine sirayet eden bir “bürokratlaşma” gerçeğini doğurdu. Yöneticilerin gerçeklerden kopmasına sebebiyet verebilecek; Yüksek ve garantili maaşları, genel sekreterleri, makam arabaları, yandaş motivasyonu ve devlet bürokrasisi ile ilişki kurma durumları ile birlikte değişim kaçınılmaz oldu. ( Sosyal medya etkisini de eklemeli sanırım…)

Yukarıdaki durumlarını analiz etmek yerine bir de on yıllardır muktedir olanların iktidarlarını pekiştirme ve sürdürme adına kendilerini olağanüstü savunma alışkanlığı gelişti. Kazara bir eleştiri duyduklarında hemen komplocu olmanız, dış mihrak savunucusu olmanız veya vatan haini olmanız an meselesi. Bu savunma güdüsü adına bir de çok yakışıksız-yakıştırmalar yapılıyor; “.. biz olmasak batarsınız..” veya “ ah biz nelerle uğraşıyoruz sizin haberiniz yok..” veya “.. bunu sizden öğrenecek değiliz..” veya “.. siz ne anlarsınız?..” gibi kibirli türevleri de var.  Bir de muktedir olma ve kalma hırsı..

Bir de bu muktedirlere bağlanmış olan klikler ve yandaşları var. Muktedirlerin sundukları/sunacakları tüm ayrıcalıklardan faydalandığı için iktidarı cansiperane savunan meslektaşlar.

İktidarlarını devam ettirmek için de suya sabuna dokunmadan, kimsenin ayağına basmadan, hiç dikkat çekmeden yönetimleri sürdürmek. İdare etmek işte tam böyle bir şey. Renksiz-kokusuz idare edip gitmek…

Parça bütünden ayrılamayacağı için ülkemizdeki tüm meslek odaları, siyasi partiler, sendikalar veya derneklerde bile durum aynı. Bu yüzden rehber topluluğunda bu durumun olmaması şaşırtıcı olurdu.

Ülkemizdeki meslek kuruluşlarının yöneticileri yukarıda sayılan süreçlere maruz kalarak; kişisel faydaları ve ikballerini gözeterek yöneticilik yapıyorlar. Bu profildeki yöneticilerimiz değişiyor, dönüşüyor, yozlaşıyor ve mesleğine ve meslektaşlarına yabancılaşıyorlar.  

Bu düzenin son bulması ise ancak kendi meslek kültürümüzün ilkelerini belirlememiz ve kalıcı hale getirmemize bağlıdır. İlkeli bir birlik kadrosu seçerek mesleki kültürümüzün ilkelerini belirleyip bu anlayışın değiştirilmesi gerekiyor.  

Deeğerli meslektaşlarım, yazdıklarımı okuduktan sonra bugüne değin seçilmişleri ve icraatlarını lütfen bir gözönüne alarak bir düşünün. Yukarıdaki tarife uymayan beş-on arkadaşımız dışında (kendilerini tenzi ederim) hepsinde yukarıdaki özellikler belirmedi mi? Bu konuyu tartışmaya devam edelim...

NOT: Önerileri aşağıya yazalım...

Sevgiler...

 

10 Temmuz 2020 Cuma

Temsil İlişkimiz Hakkında

Değerli meslektaşlarım,

Pandemi döneminde rehber kamuoyunun dikkatini çeken en önemli olayları sizinle tartışmak istiyorum. Bildiğiniz gibi tüm sosyal medya mecralarında rehber kamuoyunun büyük bir çoğunluğunun yaptığı paylaşımlarında ve tartışmalarında pandemi dönemindeki turizm faaliyetlerinin durması, işsizlik, “rehberlere tahsis” edilen kredi başvuruları, iş yokluğuna rağmen bahsi edilmeyen kart ücret iadeleri, oda ve birlik yöneticilerinin böylesi zor zamanlardaki sessizliği ve nihayet siyasal iktidarın mesleğimizi doğrudan ilgilendiren Çoklu Baro, Kıdem Tazminatı veya Ayasofya hamleleri gibi konularda yoğunlaştı.

Bu tartışmalar sürerken Ankara’ya sokulmayan Baro başkanları ve kimi avukatların güvenlik güçlerince tartaklandığı görüntülerini izledik. Sorun yeni yasa ile birlikte Avukatlık meslek örgütlerinin mesleki gücünü azaltacak “çoklu baro” tartışmasıydı. Yani illerde artık birden fazla baro olacak ve avukatlar diledikleri baroya kaydolabilecekler. 6326 sayılı Rehberlik meslek yasasının çıktığı dönemde iktidar çevrelerince “..sizin yasanız model yasa ileride diğer meslek örgütlerine de uygulanacak..” denildiğini hatırlıyorum. Evet bizim yasamızda birden çok oda ve birden çok birlik meseleleri düzenlendi. Mesleki örgütlerimizin gücü bölünmesin diye birçok sağduyulu meslektaşımdan böyle bir durumun; yani birden çok oda veya birliğin kurulmaması gerektiğini işittim. Yine de bir an düşündüm bugünkü odalarımız ve birliğimiz ve onun üyeleri de bunu düşünüyor mu diye.. Yine tanık olduğum kimi meslek odası üyelerinden birçok kez; “.. o kadar sayıda üyenin noter başvurusunun maddi karşılığı bulunmaz ve kurulum gerçekleşmez..” diye de işittim. Her ilde birden çok baro kurulması (liberal baro- solcu baro- sağcı baro- İslamcı baro- vegan baro vs) meslek örgütlerinin dayanışması bağlamında bir kez bile meslek birliğimizce değerlendirilmedi. Bunu çok yadırgadım. Birden çok baro demek iktidar yanlı baroların kayırılması anlamını taşır; bizim odalarımız ve birliğimizde de böyle bir bölünme olmasın diye en azından bu konuda bir değerlendirme yapabilirdi. Yapmadılar…

Yine sendika başkanlarının saraydaki bir toplantısından çekilen bir fotoğraf karesi de belleklerdeki yerini aldı. Konu kıdem tazminatı. Yüzlerce meslektaşımızın maaşlı olarak çalıştığı gerçeği göz ardı edildi ve odalarımız veya birliğimizden bir kişi bile bir açıklamada bulunmadı. Kendim de yıllarca maaşlı çalışan ve hakları kısmen gasp edilen bir rehber olarak kıdem tazminatı düzenlemesinin meslektaşlarımızın aleyhine olacağının ifade edilmesinin fevkalade gerekli olduğunu düşünüyorum. Seyahat acentelerinden emekli bile olmuş meslektaşlarımız varken halen çalışan meslektaşlarının en önemli teminatı konusu nasıl pas geçilir anlaşılır değil. Ne bir ses ne bir nefes…

Günümüzün en can alıcı gündemi ise Ayasofya’nın ibadete açılması konusu oldu. Ankara Odası hariç (Ayasaofya açıklamasından ötürü tüm Yönetim Kurulunu ve Başkanımızı kutluyorum) diğer tüm odaların ve birliğin sessiz kalmalarını ise rehber kamuoyu açısından kabul edemiyorum. Zira bu dünyamız üzerindeki en müstesna müzelerimizin başında gelen bir yapı hakkında meslek kuruluşunun bir görüşünün olmaması mümkün müdür? Çok fazla ayrıntıya girmeden Ayasofya Müzesinin hepimizin hayatında, kazancında, eğitiminde hakkı var arkadaşlar. Yıllarca yapılan anlatımlar, yazılan yayınlar, kitaplarla faydasını cebine koy; müzenin ibadete açılması konusunda ise tek kelime etme..

Kendi adıma benim meslek odam veya benim birliğim diye sahiplenmem gereken bir kurumun davranışı bu olamaz. Temsil istiyoruz… Bizi temsil etmenizi istiyoruz bu kadar basit... Hizmete gönüllü olundu bundan kaçılmaz. Müspet veya menfi bir açıklama yapılmamış olmasını içime sindiremiyorum. Ayasofya konusunda yoksan; hiç yoksun demektir…Vebal taşınacak haberiniz olsun…  

Siyasal iktidar ile ilişkilerini zedelememe; onlarla farklı görüşlere sahip olmama adına “sessizlik politikası” tercih edilmiş gibi görünüyor. Bunu bir politik tercih olarak okuyabiliriz.  Ya da yöneticilerimiz korkuyor. Korku son derece insani bir durumdur. Ancak oda ve birlik yöneticilerinin korkması temsil ilişkisini zedeler ve mümkün değildir. Zira işleri bizleri; tüm rehberleri temsil etmektir. Korkarak bizleri nasıl temsil edebilirler? Ben böyle bir temsil ilişkisini kabul etmiyorum.

Son dönemlerde bir de biz meslek birliğiyiz; bizim muhatabımız meslek odalarıdır, rehberler değil diye de bir üslup tutturulmuş. Tipik bir bürokratlaşma ve seçkincilik belirtisi… Asiller biziz sizler vekilsiniz; lütfen unutmayın ve insanları rehber örgütlerinden nefret ettirmeyin. Meslek örgütleri çok değerlidir. Onları daha da değerli kılan yöneticileridr...


27 Haziran 2020 Cumartesi

Yeni Normal

2020 yılının Mart ayının 12’si idi. Eve kapanmak zorunda kaldık. Kimileri için bu zorunluluk bazı fırsatları doğurdu. (Ülkemizde sık sık kullanılan “Her krizden fırsat yaratma” gibi çok çıkarcı bu metafor ile karıştırmamak lazım) Bu zorunlu evde kalma durumu herkesçe farklı değerlendirildi. Kimileri web üzerinden sohbetler, bilgilendirmeler, eğitimler, konferanslar ve toplantılar yaptı. Kimileri ise yıllardır yapılamayan/ zaman bulunamayan veya ihmal edilen işlerini yaptı. Henüz okunmayan; ama sürekli arzusu hissedilen kitaplar okundu veya uğraşlar; hobiler veya enstrüman pratikleri yapıldı. Medya üzerinden yaratılan muazzam korku hijyen anlayışlarını kökten değiştirdi. Artık eve kimse sokulmuyor, eve getirilen alışveriş poşetleri bile her evde farklı hijyen ve dezenfeksyon tedbirlerine tabii kılındı. Kimi meyveyi bile arap sabunu ile yıkarken kimileri ise sirkeli suda bekletti. En az 6-8 saat bekletilen ve böylece kovitten arınması beklenen eşyalarla dolup taştı balkonlar. Daha önce bu kadar metodik olarak yıkamadığımız ellerimize artık bir başka gözle bakarak ve bize gösterilen şekilde yıkamaya başladık. Yani en az 20 saniye parmak aralarını hem alttan hem üstten ovarak, baş parmakları, avuç içini ve bileği de dahil ederek yıkamaya başladık.

Televizyon ve internette gerek web bağlantısı yapılarak gerekse de stüdyoda ağırlanan kimi “bilim” insanı tarafından binlerce kez tekrarlanan yeni kavramlarla tanıştık. Her birimiz neredeyse birer epidemiyolog olduk. Artık virüs ile bakterinin çok farklı olduğunu öğrendik. Antibiyotiklerin virüslere işlemediğini, kesin tedavi için aşı çalışmaları yapılmaya başlandığını öğrensek de kesin sonucunun en az birkaç yıl süreceğini de üzülerek öğrenmiş olduk.

Dünya nüfusunun çok aşırı arttığını, buna karşılık insanoğluna besin yetiştirmek için ve en önemlisi daha karlı olması için kullandıkları yöntemler insanoğlu için artık ölümcül risk taşıyor.

Doğa ve hayvanlarla barışık olan kimi virüslerin insan bedeninde “zıvanadan” çıkabileceğini öğrendik.  Çin’deki canlı hayvan pazarlarından bile artık haberdarız.

Virüslerin mutasyona uğradığını öğrendik. (İroni burada olsa gerek; evrimi reddedenlerin mutasyona en küçük eleştirisini okumadım duymadım)

Bazı kitlesel hastalıkların aniden sona erebileceğini öğrendik. Tarihsel süreç içerisinde ilkçağlardan başlayarak Orta çağa; kısaca Kara Veba’dan İspanyol Gribine, Domuz Gribinden İnfluenza’ya, Mers’ten Sars’a karşılaştırmalar ve Epidemi, Endemi, Pandemi, Bulaş, Sekresyon, Partikül, Entübasyon, Ventilatör, Damlacık vs vs gibi terimler hayatlarımızın tam orta yerine tabiri caizse “otağ” kurdular ve hiç gitmeyecekmiş gibi yerleştiler.

Bir de sürekli komplo teorilerine maruz bırakıldık. 5G nin ölümcüllüğünden tutun; virüsün ölümcüllüğünün abartıldığını, tüm sürecin Dünya Sağlık Örgütünün tezgahı olduğundan tutun olağan şüpheliler olan Rothschild Ailesi ve İlluminati dedikoduları halen devam ediyor.

Nitril cerrahi eldiven, N95 maske, dezenfektan, sosyal mesafe gibi yeni normalin gerekleriyle tanıştık. Meraklısının önceden de aşina olduğu asırlık kolonya ve arap sabunu altın çağını yaşıyor. İstatiksel bilgiler, karşılaştırılan ülkeler, tablolar, her biri bir can; evlat,ana,baba, kardeş, yar, yeğen, torun vs olan canlar giderek rakamlara dönüşerek acaba ne zaman rakamlar düşer gibi tartışmalar gündelik hayatımızın parçası oldular.

Tabii yukarıda değindiğim zorunlu evde kalma durumu serbest meslek sahiplerini, devlet memurlarını ve esnafı kapsadı. Üretimin tamamen durmaması için ise işçiler ve emekçi yığınlar salgının ölümcül risklerine rağmen çalışmaya devam ettiler. Devlet hemen paketler açıkladı. Başvurusu yapılan ücretliler için Kısa çalışma adı verilen bir yöntemle 1400 TL ücret ve SGK primleri ödemeye başladı. (En azından ona da şükür…) (Bu rakam asgari ücret kazanılması durumunda söz konusu) Esnaflara da seyahat acentelerine de Turist rehberlerine de kamu bankalarından krediler tahsis edildi. Bu arada tahsis etmek kredi vermek anlamını ne yazık ki taşımıyor. Söz konusu paketlerde ise dikkat çeken özellik düşük faizli kredi tahsisi idi. Yani borçlandırılmaktan söz ediyoruz. Kimseye beş kuruş hibe verilmedi. Anayasamızdaki Sosyal devlet İlkesini bırakın normal koşulları; salgın günleri gibi yıkıcı etkileri olacak günlerde bile mumla arıyoruz.

Değerli meslektaşlarım, Covid19 mücadelesinin kontrollü normalleşme adı ile farklı bir evresine girmiş bulunuyoruz. Artık toplumun birçok tabakası “yeni normal” olarak adlandırılan ve dezenfektanlı, maskeli ve sosyal mesafeli olarak gündelik hayatını olağanlaştırmaya çalışıyor. Meslek kuruluşumuz da bakanlığın ve Bilim Kurulunun online eğitimi ile Covid19 Eğitimini kendi sistemi üzerinden üyelerine sunmuş durumda. Eğitimi izleyenler “izledi” tuşuna basarak birlik datasından görülecekler.

An itibariyle rehber meslektaşlar; acenteler batmaz ise (!) iç pazarda Türk tüketicinin tüketim ve seyahat eğilimleri ve istekleri; yurt dışı pazarda ise Türkiye Cumhuriyeti’nin ve tüm kurumlarının memleketimizin güvenli olduğu hususunda yapacağı ve “tüm dünya” kamuoyu ve medyasını hedefleyen kampanya ve ikili çalışmaları ölçüsünde istihdam ve çalışma olanağı bulacaktır. Aksi takdirde kütüphane fonlu webinarlara devam edeceğiz…

An itibariyle de yeni normal halinde turizmin nasıl yapılacağını yaşayarak öğreneceğiz. Rehberlik mesleğinin icrası konusunda ise tüm meslektaşları bekleyen önemli bir sorun var. Bize çok fazla sorumluluk yüklenmiş gibi gözüküyor. Bunun dışında olası bir müşteri kaynaklı enfeksiyon durumundaki iş kaybının ne şekilde ve kim tarafından üstlenileceği muamma; ayrıca sigorta durumu da genel hükümlere bırakılmış ve ne yazık ki belirsiz görünüyor. Unutmayalım Covid 19 un tedavi sonrası kalıcı hasar bırakıp bırakmadığı konusunda farklı görüşler var.

Her şeye rağmen umutsuz da yaşanmıyor…


21 Mayıs 2020 Perşembe

Kule...! Bu bir SOS Çağrısıdır.. Sesimiz Geliyor mu?


Değerli meslektaşlarım, Covid 19’un bizleri evlerimize hapsetmesinin kendi adıma 70.gününde ülkemizin, dünyanın, mesleğimizin geleceği konusundaki tedirginliğim ve devamındaki büyük belirsizlikler devam ederken; meslek örgütümüzün yaptıklarını, yapmadıklarını veya yapamadıklarını izliyorum. Tabii bir de yapmak istemedikleri de olabilir... Ancak ona kafa yormuyorum açıkçası… Bir kere çok açık ve somut olarak ortaya çıktı ki meslek birliğimizin kriz planı yok (muş)! Olmalı hem de yöneticilerin insafına bırakılmadan ve herkesin içeriğini bileceği bir planın ve uygulamanın olması gerekir. Hem de onların ne yapıp ne yapmak istemediklerine bakmaksızın olmalı…
Bu kriz planının rehber üyelerimize yönetici, delege veya başkaca bir sıfatları olmaksızın hepsine anlatılması ve gerekçelendirilmesi gerekiyor. Bu kriz-planı yasaya konulamaz, yönetmeliğe konulabilir ancak yönetmeliği değiştirme süreci çok meşakkatli ve bakanlık eşgüdümüyle yürüdüğü için en uygun yol birlik yönetiminin hemen bir tüzük çalışmasına gitmesidir.
Tüzük bağlayıcıdır (kanunlara ve yönetmeliklere uygun olduğu müddetçe), seçilecekleri bağlar ve kapsayıcı olarak düzenlenebilir. Tüm meslektaşlarımızı tartışmaya ve işlerin takibi açısından konulara ortak etmeyi uygun görüyorum. Tüzük işinin başka yönetimleri bekleyecek durumu yok bence acilen bir şeyler yapılmalıdır. Acil gördüğüm konuları şu şekilde saydım.
             Tureb YK acilen bir tüzük hazırlayarak; küresel salgın hastalık ve benzeri aciliyet gerektiren durumlarında yapılacak çalışmaları peşinen hazır tutmalıdır. Böylesi durumların seçilecek yönetimlerin yönetim kabiliyetine, dünya görüşüne, takdir yetkisine bırakılmadan tüzük eliyle zorunlu hale getirilmesi zaruri bir ihtiyaçtır.
             Tureb YK elindeki RBS verilerini kullanarak yaş, sigorta, kalıcı hastalık veya düşkünlük gibi üyelerin maruz kaldığı/kalacağı zor durumlardan etkilenecek üyeleri tespit etmelidir; bunlardan yaşları dolaysıyla kısıtlamaya maruz kalarak, ilaçlarını alamayanlar, ihtiyacı olanlar, tedaviye götürülmesi gerekenler, alışveriş ihtiyacı olanlar için saha çalışmasını odalar vasıtası ve gönüllüler eliyle yapmak zorundadır.
             Bahsi geçen tüm iş ve işlemlerin ücretsiz yapılması gerekir.
             Tureb YK kriz plan ve örgütlemesi yaparak krizlere yıllık belirli bir ücreti (bütçenin veya sınav gelirlerinin veya gezi gelirlerinin oranı tüzükte belirlenebilir) kenara koymayı taahhüt etmeli veya alt yapısı sağlam bir mesleki yardım sandığı oluşturmalıdır. Hatta daimî gelir elde edebileceği enstrümanlar geliştirerek ciddi birikimler yapmalıdırlar. Krizde anlaşıldı ki parasız bir birliğe kimsenin ihtiyacı yok.
             Bu paraları yatıracağı banka veya bankalarla da herhangi bir aracı olmaksızın (bizim durumuzda bakanlık gibi) tüketici kredisi veya mikro kredi veya faizsiz ve masrafsız kredi pazarlıklarını kendisi sürdürmelidir.
             Kriz nedeniyle çalışamayacak olan meslektaşların eylemli olmak için ödedikleri kart ücretleri konusunda pandemi-küresel salgın veya mücbir sebep durumlarında üyelere ne şekilde kolaylık sağlanacağını veya ücret iade oranlarını da ortaya koymalılar.
             Eğitim gezilerinin esaslarının (hem eğitmen seçimi hem de acente seçimine ilişkin objektif ve açık ilkeleri bulunan nesnel koşulların belirlenmesi suretiyle) tüzükle belirlenerek şu andaki rezalet durum ortadan ebediyen kaldırılmalıdır.
             Odalarda ve birlikte çalışanların özlük hakları ve benzeri durumlar da tüzükle belirlenmeli; oda veya birlik yönetimlerinin keyfine bırakılmamalıdır.
             Çok büyük masraf teşkil eden genel sekreterlik müessesinin profesyoneller eliyle değil meslektaşlar arasında yapılmak suretiyle çok daha ekonomik hale getirilmesi.
·        Rehber üyelerin bilgilendirilmesi hususunun belirlenmiş ve duyurulacak tarihlerde düzenli olarak sürmesinin bir zorunluluk haline getirilmesi gerekir.
         Bu süreçte meydana gelen çok sayıdaki rehber ölümlerinin meslek kaynaklı olmasından dolayı çok acilen 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’nda “fiili hizmet zammı” olarak geçen yıpranma payı ile çalışma koşullarının ağır olması sebebiyle diğer mesleklere nazaran daha fazla efor sarf edilen ve diğer mesleklerden daha fazla yıpranmaya maruz kalınan işlerde daha çabuk emekli olunması için bu kanundan faydalanmak isteyen; Türk Hemşireler derneği, Türkiye Denizciler Sendikası, Demokrat Eğitimciler Sendikası, Yargıçlar ve Savcılar Birliği ile temas kurarak ve meslektaşların ölüm istatistiklerini de barındıran bir çalışmanın yapılarak meclisteki tüm partilere gidilmesini aciliyet sayıyorum... Hatta yeşil pasaporttan bile acil bence...
       Son olarak tüm bu önerileri dinleyecek ve ciddiye alacak yöneticilere ihtiyacımız var. Kendisini emek bileşeni gören, mesleğimizin emekçi karakterinden ısrarla uzaklaşarak akademik kariyer statüsü ekleme meraklısı olmayan; 14.000 kişinin ödentileri ile kendilerini cilalamayan, “fildişi kulelerinden “inerek, insanların sıkıntılarına çözüm üretmeye istekli olan, ahbap-çavuş ilişkileri kullanarak eğitim gezilerini kapatan ve genç meslektaşları yönetici seçimlerinde yönlendirmeyen,  hepimize aynı göz hizasından bakmayı becerebilen kendisiyle barışık ve kendisine ve makamlara çok da fazla önem atfetmeyen yöneticiler lazım. Gerektiğinde kavgayı da göze alabilecek… tabii bir de bu satırları okuduktan sonra tepkilerini ortaya koyacak meslektaş da lazım… Sevgilerimle…




29 Nisan 2020 Çarşamba

Salon-Sokak İkilemi Üzerine Bir Deneme


Korona virüsünün evlere hapsedebildiği serbest meslek erbabı rehber meslektaşlarımız bugünlerde post-korona dönemini tahlil etmekle meşgul. (Hapsedebildiği dedim çünkü sanayi üretimimizin durmaması için hükümet-sermaye ve iş çevreleri işçileri salgına rağmen fabrikaya götürmekte beis görmüyor) 
Salgın hastalığa ilişkin olarak alınan sıkı tedbirlerin gevşetileceği günleri sanki normal hayata hemen dönülecekmiş gibi algılayan da var; seyahat trendlerinin ve bilcümle seyahat alışkanlıklarının koronalı dönemde değişeceği algısına sahip olanlar da. Anlaşılacağı üzere herkesin işlerin bir nebze normalleşmesi yönünde yoğun bir isteği var. Tabii ki anlaşılır bir durum. Kolay değil herkesin kenarda birikmiş parası yok. Borçlu olanlar, taksit-kredi ödeyenler, kira ödeyenler vs.
Korona kriziyle beraber tüm etkilenen sektörler gibi turizm sektörüne de hükümet tarafından bir “destek “paketi veya “can suyu” paketi veya “işe devam” kredisi adlarıyla çeşitli “destekler” sunuldu. Tabii destekten amaç sektörün varlığını sürdürebilmesi için bir nebze de olsa bir maddi yardım yaparak işlerin devamını sağlamaktı. Ancak  bu “destekler” görüldüğü gibi karşılıksız değildi kredilerin faizleri, masrafları vs. talep ediliyordu. Hem de krizin ne kadar süreceği bilinmezken. (Yüzyılın başındaki İspanyol gribi pandemisinin 2 yıl sürdüğünü de belirtelim bu arada; aşı çalışmalarının da en erken Şubat 2021'de sonuçlanacağı öngörülüyor.)

Gelişmiş veya zengin ülkelerdeki gibi “sevgili vatandaş; hesap numaranı ver de hesabına para yatırayım” şeklinde ne yazık ki olmadı durumlar.
Bu süreçte Rehber kamuoyu da başta meslek örgütünden buna benzer bir destek bekledi. Hatta bunun bir kredi değil de bir hibe şeklinde olmasını bekledi. Meslek birliğinin kendisinin anlaşılan maddi destek verecek gücü yoktu. Sonrasında ise Bakanlık nihayet rehberlere yönelik bir kredi verileceğini duyurdu. Kredi idi bu yani hibe değil. Üstelik masrafını da faizini de istiyordu. Aslında tüm kamu/özel bankalarının verdiği türden bir krediydi bu. Yine de cefakâr rehber kamuoyu buna da şükür dedi ve başvurularını yaptı. Tabi meslekte pasif olanlara yönelik değildi bu kredi adımı sadece çalışma kartını almış olanlara idi. (Faal-eylemli)
Devlet nezdinde meslek birliğimizin ve meslek odalarımızın bilinilirliği-tanınırlığı- dikkate alınırlığı ne yazık ki istenilen düzeyde değil. Bunu özellikle kamu yönetimindeki yetkili memurlara kanunumuzu her gün anlatan ama sonuç alamayan oda/ birlik yöneticilerimize sorabilirsiniz. Her kaymakama, her turizm müdürlüğü çalışanına herkese anlatırlar ancak yine de anlatamazlar.

Buna gerekçe olarak rehberlik ediminin bir emek yoğun faaliyet olmasını; artı değer - sermaye yaratmadığı için seyahat acenteciliği veya otelcilik sektörüyle sıkı sıkıya bağlı olsa da kişisel emek gerektiren bir iş olduğunu söyleyebiliriz.  İşimizin karakteristik özelliği kişisel entelektüel birikim, yabancı dil bilgisi ve tecrübelerimiz ölçüsünde hizmet üretmemizdir.
 Bu hizmet başka bir sermayedar zümrenin getirmek için yatırım yaptığı, başka bir zümrenin  konaklama tesisinde kalan ve yine başka bir zümrenin aracında seyahat eden yerli/ yabancı turistlere bu işin yapılmasıdır. Hem de turisti getirenle sözleşme yaparak yapılmasıdır. Yani grift bir iştir. Devlet bizimle ilgilenmez. Hatta sermaye gruplarının bize karşı yürüttüğü kampanyalardan etkilenir. Bu duruma her vurgu yaptığımızda kendi meslektaşlarımızca hep eleştirildik.

Devletler meslek gruplarını; onlardan elde edeceği fayda (vergi- döviz girdisi- yatırım) nispetinde konumlandırır.

Turizm sektörü içerisinde sermaye koymayan, yatırım yapmayan (meslektaşlarımızın kendilerine yaptıkları yatırımları saymıyorum) ve artı değer üretmeyen tek meslek koluyuz. Varlığımız kanun yoluyla zorunlu hale getirilmiş. Soğukkanlılıkla kendimizi çok da aşırı önemsemeden mesleki haklarımızı nasıl koruruz, nasıl geliştiririz, krizlerle nasıl başa çıkarız hesabını kendimizi merkeze alarak yapmamız şart. Bizim meslek olarak hiç kimseyle aynı gemide olmadığımız görmemiz lazım. Yaklaşık 8000 eylemli üyesi olan mesleğin kalıcı gelirler elde ederek üyelerini koruyabilmesi gerekir. Eğitim gezilerinden, yabancı dil sınavlarından, çalışma kartlarından milyarlar toplamakla olmaz; bu gelirleri daha da büyütecek projeleri geliştirmemiz gerekir. Üstelik çok da bilinmez şeyler değil bunlar. İstenirse rehberden değil acenteden bile sözleşme başına matbu bir ücret alınsa yılda milyonlarca lira tasarruf edilir. Rehber kamuoyuna da lisanı münasiple anlatılırsa kimse itiraz da etmez. Yeter ki rehberlerin faydasına bir adım atılsın…

Bu görüşlerimden dolayı beni eleştiren meslektaşlarımız; ki her biri salon-insanıdır; kendilerini benim gibi düşünenlerden her zaman daha üstün görmüşlerdir. Bu üstün görme durumunu ise hep bir sosyolojik sebebe bağlama ihtiyacı göstermilerdir. Kimi zaman seçkin okullardan mezun olunmaması, kimi zaman muazzam yabancı operatörlerin seçkin işlerinde çalışmama, kimi zaman da yurt dışında yabancı dil öğrenilmiş olmasını gerekçe göstermişlerdir. Onlara göre Meslek hakları Bakanlık koridorlarında bürokratlarla veya Türsab Bürokrasisi ile otel lobilerinde halledilecek bir durumdur. Oysa mesleğimizin en avantajlı tarafı halk ile yüz yüze olmamızdır. Yani yerli ya da yabancı olsun çeşitli meslek gruplarından turist müşterilerimiz oluyor. Doktorlar, avukatlar, mühendisler, vs. Onların meslek örgütleri ile bizim meslek örgütlerimizin biraya gelmesi daha kolay değil midir? Onların dertlerine sorunlarına ortak olmak bizim de dertlerimize onları ortak etmez mi? Bizim meslek birliğimiz şu günlerde tüm sağlık örgütlerinin kalbini kazanacak jestler yapamaz mı? Nedir bu salonlara-otel lobilerine tıkılı kalmak? Tüm işçilerin ücretli izin yapılması bizim için de halk sağlığı açısından da elzem değil midir? Çocuk işçilerin hakları turist rehberlerini ilgilendirmez mi? Salda gölünde yapılan tahribat bizi ilgilendirmez mi?  Hasankeyf’in 50 yıllık bir baraj yatırımı uğruna yok edilmesi işimizle ilgili değil midir? Kapalı kapılar ardında acenteciler örgütünün rehberlik eğitimini bakanlıktan kendilerine verilmesini talep ediyor; bir basın açıklaması yapılamaz mı?  Kadın cinayetlerine son verilmemeli mi? Jeotermal kaynak araması yapmak için Afrodisias tehdit edilebilir mi? Beyşehir Gölü imara mı açılıyormuş? 
Ülkemizin tüm kültürel, doğal, tarihi kaynakları işimizi icra ederken anlatıma değer oluyor da korunmasına gelince mi bizim ilgimiz dışında oluyor? Çok mu siyasi olmuş oluruz? Yaşamak siyasi olmayı gerektirir… Duruş ve prensip sahibi olmak başlı başına bir siyasettir… Biz dik duralım başkalarından bize ne? Bence renksiz, vizyonsuz, görüşsüz ve işlevsiz olmaktan iyidir… (Hayır görüşsüz olduk da bir payemiz mi oldu???  Avantajı mı oldu?)
Titreyip kendimize gelmeliyiz. Halkımızla; diğer emek paydaşlarıyla ortaklaşmalıyız. Doğal alanlarımızın korunması, ranta değil üretime dayalı bir ekonomiye sahip olmak, betona değil yeşile yatırım yapmak, harika bir eğitim sistemi,  çocukların korunması, kadınların korunması, sosyal açıdan zayıfların korunması, adalet ve eşitlik taleplerine ortaklaşmadan halkın bir parçası olamayız. Salonlarda, otel lobilerinde kalırız. O yüzden emeğe sahip çıkalım… Yaşasın 1 Mayıs…


27 Mart 2020 Cuma

Aynı Gemide Miyiz?


Dünyamız yaklaşık her 100 yılda bir kitlesel hatta küresel salgın hastalık saldırısına uğruyor. 2020 yılında yaşayanlar olarak bizler en son saldırının kurbanları ol(duk)/maktayız. En fazla insan ölümüne sebep olan Veba, Kolera veya İspanyol Gribi gibi salgın hastalıklar tıp biliminin henüz çok gelişmediği asırlarda yüz milyonlarca insanı öldürebilirken; tıp biliminin gelişiminden sonraki hastalıkların insanoğlunun bakteri-virüs bilgisinin ve aşı biliminin gelişmesinden sonra virüslerin dirençlerini artmıştır. 2020 yılında yolumuza çıkan virüs için ise henüz kesin bir aşı geliştirilmemiş durumda.
Ülkemizin salgın sonrası durumu henüz sayısal sonuçlarına dökülmemiş olsa bile şimdiden Türkiye’nin Corona sonrasında beklenen çok boyutlu sorunlarının olacağı apaçık ortadadır. Herhangi bir şekilde maddiyatla ölçülemeyecek olan can kayıplarını bir tarafa koyacak olursak; ekonomik temelli olacak olan iş-aş ve gelecek kaygısı ülkemizin en önemli gündem maddesi olacak gibi görünüyor. Bir de olayın uluslararası boyutu var ki o da doğal olarak ülkemizi etkileyecek.
Tüm sektörlerde işler durma noktasına geldi. Bunun acı ekonomik sonuçları en çok çalışma zorunluluğu bulunan kesimleri etkileyecek. Bu kesimdeki insanlar içinde bulunduğumuz; evde kal ama işine de git açmazında bir de hastalanma riski taşımaktadırlar.
 Bu son salgından sonra dünyanın eski dünya olmayacağı bile tartışılırken garip bir habere rastladım. Haberin öznesi turizm alanında salgın krizinin zararlarının giderilmesi için bir kampanya başlatan bir Mail grubu veya Sosyal Medya Platformu üyelerini kapsıyordu. Kampanya dahilinde platform üyeleri yurttaşlık hakları olan dilekçe haklarını kullanarak devletten; (cumhurbaşkanlığı ve bakanlıklar) maddeler halinde seyahat acentelerine çeşitli destekler talep ediyorlardı. Haklarıdır. Böylesi zor zamanlarda kendi meslek gruplarını düşünmelerini yadırganamaz. Ne de olsa olmak-olmamak/ hayat-memat meselesi var.
Seyahat acenteleri zor durumda zira vatandaşlarımızın moralleri bozuldu. Buna bağlı olarak erken rezervasyon dönemindeki tur ödemelerinin iadelerini istiyorlar. Bu başlı başına devasa bir sorun gibi duruyor. Seyahat acentelerinin kira masrafları, vergi ve stopaj ödemeleri, personel maaşları ve genel giderleri şu andaki piyasa koşullarında gerçekten ödenmesi mümkün olmayan; maddi kaynakları sınırlı olanlarının kesin bir şekilde batmalarına sebebiyet verebilecek koşulları oluşturuyor.
Taleplerini sıralamışken son sıradaki taleplerini okuyunca ne diyeceğimi şaşırdım. Tekrar okudum acaba doğru mu anladım diye hatta üçüncü kez okudum. İnanamadım. Konu turist rehberleri. Seyahat acenteleri ile turist rehberleri paket turizmin olmazsa olmazı iki meslek grubu. Aralarında yasalarla belirlenmiş bir iş sözleşmesi ilişkisi var. Turist rehberliği mesleğinin kendi mesleki kodları, yasası, etik kuralları, meslek kuruluşları ve yukarıda seyahat acentelerinin yaşadığı mağduriyeti kendi meselesi gibi gören büyük bir rehber kitlesi de mevcut.  Söz konusu kampanyada bu mail grubu/Sosyal Medya grubunun devletten talebi ise; rehberlik sınavının rehber meslek kuruluşlarından alınarak acentelere verilmesi şeklinde özetlenebilir. Yani şu hayat/memat meselesi söz konusu olan dönemde bir grup seyahat acentesi sahibi veya yetkilisinin oluşturduğu topluluk; rehberlerin üzerinde tahakküm kurmaya çalışıyor. Hatta rehberlik mesleğinin en önemli meselesi olan rehber yetiştirme yetkisini ele geçirerek yasası bulunan rehberlerin kazanımlarını yok etmeyi bakandan talep ediyorlar. Turizmin ne zaman tekrar açılacağı belirsiz, en iyi ihtimal ile Haziran-Temmuz telaffuz ediliyorken zamanlamaya bakar mısınız? Söylenecek akla-mantığa- saygıya dair tek bir sözcük var mı? Bence yok... Pes…
Daha da önemlisi tüm rehberlerin kulağına küpe olacak tek çıkarım mevcut.
Sermaye ile emek ancak bu kadar uyuşabilir/uzlaşabilir. Kendinizi turizm paydaşı olarak aynı gemide hissetseniz de ne bir mesleki yeterliliğe ne de başka bir yetenek gerektiren; sadece kuruluş ücreti gerektiren bir sermaye örgütü olan Türsab üyelerinin ne yazık ki bir kesimi sizi onların birer “uşağı” yapmaya niyetli. Rehber yetiştirme yetkisini ele alarak rehber enflasyonu yaratarak "kutsal" tur maliyetlerini aşağı çekecekler ve yasal olarak bize bir de ayar verecekler. Yevmiyeleri akıllarınca kendileri belirleyecek…
Rehberler emek paydaşıdır. Öyle de kalacaktır.
Emekle sermaye bir olmamıştır ve de olamayacaktır…
Tüm meslek büyüklerimize ve örgütlerimize saygılarımla arz ederim…
NOT: Salda ve Kanal İstanbul ihaleleri ne kadar zamanlama açısından uygunsa bu talebi (içeriği saçma sapan olsa bile) şu anda dile getirmek de en az o kadar uygundur…

25 Aralık 2018 Salı

Bana Arkadaşını Söyle


Değerli meslektaşlarım,
Neredeyse tüm meslek odalarımızda seçimler yapıldı ve kimilerinde yeni yönetimler oluştu; kimilerinde önceki yönetimler seçilerek “güven” tazelendi. Öncelikle tüm kurullara seçilen meslektaşlarımıza görevlerinde üstün başarılar dilerim. Umarım mesleğimiz hem yasal bilinirlik, sosyal statü ve hem de haklarımız açısından çok daha ileri noktalara taşınır.
Seçimlerde ülkemizdeki siyasi ortamdan çok da farklı gelişmelerin yaşanmadığını tespit etmiş bulunuyorum. Şöyle ki; seçim ortamlarını bilenler sıkı bir çalışmaya girerek; yasada öngörülen çarşaf liste sorununu kendi”taraftarlarının eline” bir “anahtar liste” vererek çözmüş oldular. Bildiğiniz üzre aslında çarşaf listenin mantığı seçmen üyelerin oy kabininde “hür” irade ile dilediği adaya oy verilmesinin önünü açarken; parçalı veya çok yönlü yönetim kurullarının oluşması; dolaysıyla yönetim kurullarının güçsüz olması sorununu beraberinde getirmektedir. Aslında demokratik gibi görünen bu durumun fiiliyatta uyumsuz yönetim kurullarındaki çatışma olasılığı tehlikesine karşı “anahtar liste” alınan bir önlem oldu.
Meslek odalarında göreve gelecek isimlerin belirlenmesinde ise tam anlamıyla (neredeyse tüm odalarda) belirli bir “arkadaş” çevresinin etkili olduğu görüldü. Bu çevrelerin nasıl oluştuğu sorusu ise yöreden yöreye değişiklik gösterdi. Kimi “arkadaş çevresi” yasa yapılmasından önceki dönemin “rehber dernekleri kurucuları ve üyeleri” olabilirken başka çevrelerde aynı nitelikteki işlerde çalışan  ve “iş alabilme” umudunu paylaşan üyelerden oluşan “arkadaş çevreleri” veya parlak bir akademisyen (muhafazakar söylemi de bilen; Cumhurbaşkanımızın davetine icabet etmenin "farz ve vacip" olduğunu söyleyebilen) etrafında öbeklenen “rehber dernek üyelerinin” oluşturduğu “arkadaş çevreleri” veya kendilerini “genç rehber” kategorisinde ve sürekli “genç olmayan rehberlerce” dışlanmış hisseden “arkadaş çevreleri” olarak sıralayabiliriz. İlk olarak yaşadığımız başka bir olay ise "mütedeyyin arkadaş çevrelerinin" blok oy kullanmaları oldu.  Tureb eğitim gezilerinde eğitmen-rehberlik yapan "arkadaş çevreleri" de "genç rehberlerin" blok oy kullanmalarında çok etkili oldu.
Kısaca tüm ülkemizdeki aday belirleme süreçlerinde “arkadaş çevrelerine” eklemlenme en büyük marifet olarak gün yüzüne çıkmış oldu.
Adayların dünya görüşlerinden, ilkelerinden, yürüteceği oda politikalarından, eğitiminden, görgüsünden, temsil kabiliyetinden, demokratik süreçlerin başında gelen aday belirleme seçimleri (ön seçimler)  veya temayül yoklamalarından; adayların hayata karşı, çevreye karşı , emek-sermaye çelişkisine karşı duruşundan ziyade “o” veya “diğer” “arkadaş çevresine dahil” olması önemsendi.
Yani genel merkez ataması; ön seçim mekanizmasına galip geldi.
Değerli meslektaşlarım bu kabil durumların “o” “arkadaş çevresinin” belirlediği ve yandaşların hiçbir şekilde sorgulamadan onaylamasının temel bir demokratik yöntem arızasından doğduğunu belirtmek isterim. Kendisine çok “eğitimli”, “en az bir yabancı dili ana dili gibi konuşan” ve donanımlı addettiğimiz meslek grubumuzun demokratik süreçlerini belirlemede ilkeler edinmesi gerektiğine inanıyorum. Bu durumun yazılması söz konusu olan “İç tüzük” çalışmasında dikkate alınarak; aday olma sürecinin de özellikle “iş gücü ve istihdam” gibi yetilerini kötüye kullanabilecek kişilerin ve etik dışı-yevmiyesiz veya meslek onurumuza yakışmayacak çalışma alışkanlıkları bulunan kişilerin peşinen aday olmasının önüne geçilmesinin de gerekli olduğuna inanıyorum.
Yöneticilerimizin tüm rehber camiasına “rol-model” olmak gibi bir ödevleri vardır. Ayrıca aday olma konusunda odaların tüm adaylara odaların imkanlarını kullanabilmeyi ve kendilerini tanıtma olanakları sunmasının gerekli olduğunu düşünüyorum. Adayların temel ilkeler ve politikalar konularında kişisel sunumlarını üyelere ulaştırabilme ve tartışma olanaklarının sunulması da gerekli olmalıdır.
 Ayrıca meslek odası yöneticiliği yapan meslektaşlarımızın zamanla birer “rehber bürokrata” dönüşme ve iktidarını ne pahasına olursa olsun muhafaza etme eğiliminin ( her ne kadar 2 dönem kuralı mevcut olsa da ) tehlikesine dikkat çekmek istiyorum. (Başkanlar için öngörülen 2 dönemden fazla aday olunamayacağı kuralı;  yönetim kurulları ve delegeler için öngörülmemiştir.)
“Seçmen” rehberlerimizin ellerine sıkıştırılan anahtar listeleri hiç sorgulamadan işaretlemeleri sorunsalı ise sosyolojik tartışmalara açıktır. Grup tanımının;” ..çıkar ve görüş birliğine sahip topluluk..” olduğu önermesinden yola çıkarak; çıkar kısmının nispeten anlaşılır olduğunu ancak görüş konusuna pek bir veriye ulaşamadığımı bildirmek isterim.
Bir “gruba” veya “arkadaş çevresine” veya “falanca şirketten iş alabilen”lere ait olmak; futbol taraftarlığında-ki;  o takıma aidiyet sahibi olmaya benzerlik gösteriyor. En büyük özellikleri “taraf “olmak oluyor. Tıpkı siyasetteki gibi; bu taraf -diğer taraf geriliminin beslenmesi sonucu herhangi bir farklı içerik sunumuna gerek duyulmadan konsolide olan gruplar taraftarlaşıyor. Tek tek konuşulsa fikir beyan edebilecek insanlar topluluğu diğer tarafa üstün gelme adına kurşun asker gibi hareket edebiliyor. Belki de galibiyet hazzı alıyor. İlginç bir durum aslında… Ardından kendi tarafından olmayana yabancılaşan rehber üyeleri ve yöneticileri söylemiyorum bile…
Son olarak da katılım oranlarının yüzde 25-35 bandında oluştuğu gerçeği aslında seçilenlerin tüm üyelerin ancak dörtte bir veya üçte bir oranda bir iradenin kendilerine ne denli meşruiyet verdiğini de sorgulamalı; oy veren-vermeyen herkesin temsilcisi olmayı hedeflemelerini gerçeğini unutmamalıdırlar.
Seçime gelmeyenlerin neden gelmediği konusu ayrı bir yazı konusudur.
Bundan sonraki seçimli Genel Kurul süreci üst kurul yani Tureb yönetim kuruluna ilişkin olarak ilerleyecek. Yine odalar arasında “arkadaş çevrelerinin” koalisyonu ile yeni kurullar oluşacak. Yeni çatı yasası konusunda kapalı kapılar ardındaki anlaşmaları/ uzlaşmaları yine bu "arkadaş çevreleri" belirleyecek...
Hakkımızda hayırlısı…
ACİL NOT: Değerli meslektaşlarım, yeni Türsab yasasında dedikodulara neden olan gelişmeler oluşacak olursa; odalarımızın, birliğimizin bir “kriz” senaryosu var mıdır?  Yani Tur tanımı değişiyorsa ve “rehberlere sadece ören yerinde ihtiyaç olacak..” veya “rehberlik fakültelerinden mezunların yabancı dil sınavına ihtiyacı olmadan Türkçe rehberlik yapabilir..” gibi düzenlemelerin çıkıyor olması karşısında ne yapacağız? Güven Parkı anıtına kendimizi mi zincirleyeceğiz? Dava açıp hukuk devleti olmanın gereğini mi yapacağız? Acil bilgilendirilmeye ihtiyacımız var…
NOT: Bu arada Anro genel kurulu yapıldı kurullara seçilen tüm arkadaşlarıma üstün başarılar diliyorum. Bendeniz ise delegeliğe aday olsam da seçilemedim… Bana oy veren tüm meslektaşlarıma yürekten teşekkür ederim..Artık bir dahaki sefere…


11 Aralık 2018 Salı

Balkan İncelemeleri 1




 Tİ-TO Tİ-TO  (“SEN ONU YAP, SEN ŞUNU YAP”)
Dağılan Yugoslavya Federal Halk Cumhuriyeti’ni oluşturan ülkelerin; ülkemizde cazip bir turistik destinasyon olmasından sonra Balkanlar bölgesine epey tur yapma fırsatı buldum. Doğal olarak mevcut ekonomik, sosyal ve etnik problemleri gözlemlerken “oralı” insanlarla konuşma; tanışma fırsatı da buldum. Abartısız olarak tüm Balkan ülkelerinde ve her toplumun kesiminden insanda nostaljik bir tavrın veya geçmişe özlem dolu söylemlerin tanığı oldum. 1990’ lardaki korkunç iç savaşların acımasızlığı karşısında eski dönemleri yaşayanların dağılma öncesinde tüm bölge halklarının kardeşçe ve barış içinde bir arada yaşadıklarını onlarca kez işittim. Taraflı tarafsız herkes bölgenin tüm Güney Slavlarını birada tutan harcın çok karizmatik lider Jozip Bros Tito olduğunu söylediler.
                Jozip Bros 7 Mayıs 1892 yılında Zagreb’e 63 km uzaklıktaki Kumlovec’te doğar. Baba Hırvat; Anne Sloven’dir.  Ailenin 15 çocuğunun 7 .cisidir.  Yoksul ailenin çocuğu olan Jozip Bros Avusturya, Almanya, Çekya ve İtalya’da metal işçiliği yaptı. Sosyalist fikirlerle çalıştığı işletme sendikalarında tanıştı. Hırvatistan Sosyal Demokrat partisine üye olarak aktif siyasete atılsa da; Avusturya-Macaristan veliahtı Franz Ferdinand’ın Bosnalı Sırp Gavrilo Princip tarafından öldürülmesi üzerine Sırbistan’a savaş ilanı ile Jozip Bros ülkesinin askeri olarak (Hırvatistan) Sırbistan’a gönderilecek; ancak savaş karşıtı olmasından ötürü ilk cezaevi deneyimini tadacaktır. (Petrovaradin/Novi Sad) Cezaevinden sonra tekrar askere alına Jozip Bros Moldova cephesinde yaralanarak Ruslara esir düşecektir. Ağır yaralı Jozip Bros 13 ay hastanede geçirdikten sonra Çar yanlısı askerlerin elinden kurtularak; ideolojik olarak yakınlık duyduğu Bolşeviklere katılacaktır. Rus iç savaşında Bolşevikler tarafında 3 yıl savaşır. 
                1920 de yurduna döner ve Yugoslavya Komünist partisinin kurucuları arasında yer alır; 8 yıllık siyasi mücadele sonunda 6 yıl hapiste kalır ve 1934’te serbest kalır. Bu yıllar içinde Türkiye dâhil pek çok ülkeyi ziyaret eder. Hemen hepsi farklı kimlikler ve farklı işlerle ilgili olup; komünist ideolojisi uğrunadır. Bu zaman zarfında ayrıca İspanya İç Savaşına katılım gösteren Enternasyonal Tugaylarının İspanya’ya geçişini organize eder. (Bu özelliği aşağıda değineceğimiz Partizan yapılanmasında kendisine büyük avantaj sağlayacaktır.) Tabii artık tüm dünyayı tehdit eden Faşist Almanya tehdidi ülkesini de tehdit etmektedir.
Mücadelesi sadece Nazilerle olmayıp onların işbirlikçileri konumundaki ve Hırvatistan’da kurulan ve Nazilerle işbirliği yapan Ustaşa Hareketi (Ante Pavelic),  Sırbistan monarşisinin destekçisi ırkçı Çetnik hareketi (Draza Mihajlovic) ve Benito Musollini’nin liderliğini ettiği İtalyan “Kara Gömlekliler” dir. Bunlar Jozip Bros’un hayali olan bağımsız birleşik bir Yugoslavyanın en büyük düşmanı konumundadır. Savaş sonrası eşitlik sözü verdiği çok uluslu Balkan halklarını bir arada tutmak tüm bu unsurlarla mücadeleyi ve savaşı gerektirir. Tüm dünyada büyük saygı ve destek görecek; uğruna şarkılar, marşlar ve hikâyeler anlatılan “Partizan” gerilla hareketini kuran Jozip Bros tüm ayrılıkçı ve milliyetçi söylemleri reddederek efsanevi Neretva Direnişi ile Nazi ilerleyişini 1943 yılında püskürttükten sonra tüm Yugoslav halklarının tartışmasız doğal lideri olmuştur. 
Yugoslav halklarının Jozip Broz’a güvenmelerinin başkaca sebepleri de olmuştur. Nitekim Alman ilerleyişine karşı koyamayan Yugoslavya kralı (2.Petar) kaçarak soluğu İngiltere’de almıştır. Slovenya’nın büyük bölümü Almanya’ya bağlanmıştır; İtalya Arnavutluk ve Dalmaçya’yı işgal etmiş ve Kosova’yı da almıştır, Voyvodina’yı Macarlar işgal etmiştir (Macarlar da Nazilerle işbirliği yapmıştır), Sırbistan ve Makedonya bölgeleri de Bulgarlara bırakılmıştır. Tüm bu parçalanmayı gören halkların Bosna Hersek’i mücadelesinin merkezi yapan Jozip Bros’a inançları özellikle Nazi ilerleyişinin durdurulması ile doruğa ulaşmıştır. Jozip Bros hem düşmanlarıyla mücadele ederken bir taraftan da insanları Partizan tarafına çekme adına gerektiğinde aşiret liderleriyle bile yüz yüze görüşmeler yaparak onları bağımsızlık uğruna savaşmaya ikna ediyordu.(Kosova/Brka Blerim)
 1942’de Yugoslavya Antifaşist Ulusal Konseyini toplayan Jozip Bros tüm halklara eşitlik temelinde özgür ve bağımsız bir birleşik devletin temeli atılmış oldu. 29 Kasım 1943’te Yugoslavya Sosyalist federal devletinin kuran Josibp Bros 1945 yılında savaşın galibi olarak Belgrad’a girer. Partizan hareketi tüm dünyada büyük saygı ve takdir kazanır. (Patizan hareketinin temel nüvesini çok ilginç olarak İspanya iç savaşına katılan 1300 dolayında çok deneyimli Komünist güney Slav gerillanın oluşturduğunu da eklemek isterim.)
6 federatif ve 2 özerk ülkeden oluşan Yugoslavya (Güneyslav Birliği) sosyalist dünyanın yıldızı durumuna yükselir. Ülkede 4 resmi dil ve 2 farklı alfabe kullanılmış, 3 ayrı din ve 20’ye yakın farklı etnik kökenden insan yaşamıştır. Örgütçü kişiliği ve herkese görev vermesinden dolayı Ti-To (sen onu yap, sen şunu yap tekerlemesinden esinlenerek) Tito lakabını alır.     
                Karizmatik lider Jozip Bros Tito bağımsızlık ilkesine o kadar bağıldır ki Komünist dünyanın lider konumundaki Sovyetler birliğinden bile talimat almayı reddederek sosyalist tarihte farklı bir sosyalizm anlayışı getirmiştir. Özellikle “milli” sosyalizm adı verilecek olan ve ekonomik işletmelerde özyönetim olarak tanımlanan, yurttaşlarına seyahat, sanat ve kültürel faaliyet serbestisi tanıyan sistemi Sovyetlerden büyük tepki çekecek ve Yugoslavya Kominternden “değişimci ve batı işbirlikçisi olması suçlamalarıyla” çıkarılacaktır. Tito tüm dünyayı hayrete düşürecek ve Stalin yönetimine karşı gelecektir. Ülkesinin kalkınması ülküsünden yola çıkarak tüm dünya ile ilişkiler kuracaktır. Hatta ne Doğu blokuna ne de Kapitalist blokuna dâhil olmayan ve hemen hepsi eski sömürge ülke durumunda olan 3. Dünya ülkelerine önderlik ederek; Dünya Bağlantısızlar hareketini oluşturacaktır. Yugoslavya, Cezayir, Mısır, Hindistan, Küba, Endonezya vs gibi yüzden fazla ülkeyi biraya getiren Tito tarihte ilk kez sömürgeci olmayan “beyaz adam” olarak 3. Dünya ülkelerine el uzatan adam olarak tarihe geçmiştir.
Ülkesini dışa bağımlılıktan kurtararak kendi milli sanayisini oluşturan Yugoslavya kendi silahlarını, uçaklarını, gemilerini, arabalarını, makinalarını, tekstil ve tarım işletmelerini tüm dünyaya pazarlayacaktır. Etnik köken, dinsel farklılıklar gibi sorun teşkil edecek hususların da anayasal olarak çözüme ulaştırılmasından sonra refahın da paylaşılmasıyla halkta müthiş bir memnuniyet oluştu. Farklılıklar refahın artmasıyla görülmez olmuş; birlik ve kardeşlik duyguları tüm etnik kökenlerde hissedilmiştir. 1974’te ömür boyu Başkanlığa seçilen Tito 4 Mayıs 1980 de yaşamını yitirmiştir.
                Soğuk savaş döneminde propaganda aracı olarak kullanılan medyada  (anaakım-mainstream) Tito’nun kimi özellikleri özellikle çarpıtılarak aktarılmıştır. Bunlardan en fazla öne çıkan kendisinin zalim bir diktatör olduğudur          (şüphesiz kim Abd-Kapitalizm karşıtıysa diktatördü) bunun yanında lüks tüketim araçlarına çok düşkün olduğu propagandası, kadınlara düşkün olduğu propagandası, viskiye düşkünlüğü propagandası vb dir. İç savaşlar sonrası kan gölüne dönen bölge ve işlenen savaş suçları düşünüldüğünde halkları aşırı milliyetçilikten uzak tutarak neleri başardığını daha iyi anlıyoruz.
Etnik ve dini aşırılıklara hiç yaşam alanı tanımadan tüm Yugoslavya haklarını barış ve huzur içinde tutmayı beceren bu büyük devlet adamının bağımsızlık mücadelesi veren Anadolu halkına da büyük saygısı vardı. Bunu 12 Mart 1978 deki Yugoslavya’nın kuruluş Yıldönümündeki tarihi konuşmasında şöyle ifade eder:
Ülkemiz kristal bir küredir. Ben Josip Broz Tito, bu küreyi ellerimle tutarak değil alttan nefesimle üfleyerek havada tutuyorum. Umarım benim nefesim tükendiğinde birisi bu görevi devralır. Yoksa kristal küre yere düşer ve tuz buz olur... İşte o zaman dünyanın kaderinin korunması başka bağımsız ülkelere kalır. Nasır, (Mısırın ilerici Başbakanı M/U) benim dostumdur ancak ondan önce dünyanın geleceğinin korunması Anadolu’ya düşer. Anadolu’da Kemalistler tarafından kurulan devletin temeli bağımsızlıktır. Bu yüzden Anadolu, dünyanın kaderini kurtarma görevini omuzlarına alır.
                Ruhu şad olsun…
                Balkanlar konusunda diğer yazılarımda derinlemesine incelemelere devam edeceğim… Saygılarımla…



Bu Bir Veda Yazısıdır

 Rehber örgütlenmesi süreçlerinde yıllarını geçirmiş bir meslektaşınız olarak mesleki konulardaki son yazımı kaleme almaya karar verdim. ...